top of page

Murat Çelik / Öykülem 11, Kış 2018

 

Avuntular bu yılın en iyi ilk kitaplarından biri bence. Tebrik ederek başlayayım. Dosya oluştururken nasıl çalıştın? 22 öykü var, ilk kitap için biraz fazla değil mi?

Teşekkür ederim. Dosya usulü çalışmadım desem yeri. Yazıyordum, elimde öyküler birikmişti. Bu öykülerin içinden, daha fazla işlemeyi istediğim karakterler, fikirler doğdu. Böylece kâğıtlar kabardı. Bunların yarısını ikinci dosya için ayırayım demedim. Bir de ilk kitapların biraz daha hacimli olması gerektiğini düşünüyorum, okuyan, sıkıldığı sayfaları atladığında kitap bitivermesin diye.

 

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunusun, İstanbul Üniversitesi’nde araştırma görevlisisin, bölümün yaşayan edebiyatla arası açık gibi görünüyor. Bölümün işlevlerinden biri de yazar yetiştirmek olmalı, bu minvalde de dersler konulmalı. Neler söylemek istersin bu konuyla ilgili?

Bu konudaki kısırlığın sebebi yazar yetiştirilemez, yazarlık yetenek işidir, fikri bence. İlk ve ortaöğretimde yazının sadece türleri ve biçimleri onlar da en yüzeysel haliyle öğretilir. Yazılan metinler de yalnızca imla ve noktalama yönüyle değerlendirilir. Anlam boyutuyla hiç ilgilenilmez. Kastedilen anlam ifade edilebilmiş mi önemli değildir, cümleler büyük harfle başlayıp noktayla bitiyorsa, virgüller doğru yerlere konulmuş, imla kurallarına uyulmuşsa o yazı tamamdır. Eğitim hayatında yazı, bir ifade alanından çok doğru işaretleri doğru yerlere koymaya çalıştığın bir yapboz gibi ele alınıyor. Yapbozu tamamladığında da kendinin değil başkasının tasarladığı bir görüntüyü meydana getirmiş oluyorsun. Bundan sonrası kişinin kendine kalıyor, talih eseri nitelikli metinleri okuma fırsatını yakalarsa iyi yazmayı da başarıyor. Ancak dışarıdan bakıldığında, iyi yazıyor olması zaten yetenekli oluşuna bağlanıyor.

Nitelikli eserleri seçebilecek, metinleri ele alırken dış özellikleri ve anlamlarının yanında o anlamların nasıl ifade edilmiş olduğunu da değerlendirebilecek gözler yetiştirmek zor değil, ancak bunu talep eden var mı? Hayat gailesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri çoğunlukla öğretmen olabilmek için tercih ediliyor. Günün edebiyatına, yazarlığa, editörlüğe talep az, çünkü bunlarla hayatını kazanmak güç. Gönüllülük, fedakârlık isteyen işler. Cebinden para çıkmadan bir dergiyi ayakta tutabilmek, ek iş yapmadan editörlükle geçinebilmek şans, yazarak hayatını kazanmak ise imkânsız, hele yirmili yaşlarda. Bu sebeple, yüz öğrenciden ancak beş altısı değişen edebiyatı takip eder, bir dergi çıkarmaya çalışır, yazar olmayı ya da editörlüğü düşünür.

Genel anlamda yazı meselesi böyle iken şiir ve kurgu üzerinde ya da kurguya dayanmayan ancak üslup gerektiren diğer düzyazı türleri için bir başka zorluk söz konusu. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinin tarih içinde sosyal bilimler formasyonuyla şekillenmiş, sanat yönünün ihmal edilmiş olması. Edebi metinlerin sanat eseri olmaktan çok akademik anlamda işlemek üzere oluşturulmuş veri kaynakları olarak görülmesi. Bu durum da metinlerin içeriğine fazla önem verip formlar ve üsluplar üzerinde pek durulmaması sonucunu doğurmuş.

Yine de günün edebiyatına ağırlık veren dersler arttırılabilir ve metin inceleme biçimleri çeşitlendirilebilir ancak geleneksel ders verme yöntemleriyle yazar yetiştirilebilir mi şüpheliyim. Yazmanın, kürsüden anlatılabileceğini düşünmüyorum; çünkü yazının, nasıl yazmak gerekir kısmına odaklanmak yerine eleştiri ve düzeltmelerle öğrenilebileceğini gördüm.

 

Notos’un 67. Sayısında, Semih Bey’in “en sevdiğin yazarlar” sorusuna Raymond Carver yanıtını verdin. Bunu söylemesen de Carver ile seni benzeştirebilirdik ya da akraba ilan edebilirdik. Kendi dilinden olmayan bir yazarla teknik açıdan, öykülerin atmosferi açısından bir tür benzerlik kurulması seni rahatsız eder mi?

Bazı yazarlar söz konusu olduğunda kendi dilimde dahi rahatsız eder. Çünkü has yazarları örnek almak mümkün değil, onları ancak taklit edebilirsiniz. Okudukça o kişiyi en derininde tanır, okumadığınız zamanlarda özlersiniz. Metin nerede bitiyor, yazar nerede başlıyor ayırt edemezsiniz. Öylesi bir yazara benzetilmekten korkarım.

Yabancı bir yazarla benzerlik kurulmuş olmasını dil açısından olumsuz bir görüşün ifadesi olarak anlamak da mümkündür. “Çeviri diliyle yazıyor,” derler, yalın ve az yazanlar için. Ben yalınlığı seviyorum, bu tür bir benzerlik kurulmasından rahatsız olmam.

 

“Amerika’nın Tuhaf Yemekleri”, “Kulak Arkasında”, “Kanalıma Hoş Geldiniz” öykülerinde kilit karakterler, müşkül duruma düşmüş insanları kurtarmak için hiç çaba sarf etmiyor. Buna katlanman zor olmadı mı? Sonuçta senin kurduğun bir dünya ve adaletin ya da vicdanın miktarını sen belirliyorsun.

Zor sordun, yanıtlamaya çalışacağım ama makul bir cevap veremeyebilirim.

Dosya için öyküleri seçerken neden bunları seçtim, niçin bazı öyküleri bu öykülerin yanına almadım, bunların arasındaki gizli bağ neydi diye dışarıdan bakmaya çalıştığımda tümünde gerçeklerden oyuna kaçan insanlar olduğunu fark ettim. Bu niyet üzere yazmaya başlamadım ama ortaya çıkan sonuç buydu. Bu kişiler, bazen kendi ufak tefek meselelerinden, bazen de başkalarının sorumluluğundan kaçıp oyun oynamaya başlıyor. Ancak söz ettiğin öykülerde durum rahatsız edici bir boyuta ulaşıyor, haklısın.

Yine de vicdan ve adaletin esas olduğu ideallerin, oyunlarla paylaştığı bir temel olduğunu düşünüyorum, başka bir hayatı yaşamak. İnsan, kolayını seçer. Oyun oynamak idealler uğruna çabalamaktan zahmetsiz ve her koşulda mümkündür. Burada oyunla kastım, zaruri ihtiyaçlarımızı karşılamanın dışında yaptığımız tüm eylemler, televizyon izlemek, yazı yazmak, hayal kurmak vs.

En başında, tasarladığımız işler üzerinde mükemmel bir bilinçle masaya oturmuyoruz. Çoğu zaman iş ortaya çıktıktan sonra üzerinde düşünmeye başlıyor, yaptıklarımızı makul bir temele oturtmaya çalışıyoruz. Yani öyküleri zanaat boyutuyla alışılmadık birer hikâye olsun diye şekillendirdikten sonra bir iki adım geriye çekilerek baştan ayağa sanat gözüyle süzüp tanım yaptığımız zamanlar çoktur.

Öykülerdeki çizgiselliği kırmak için beklenenin tam tersini kurmak istedim. Mesela “Amerika’nın Tuhaf Yemekleri”nde öykünün anlatıcısı olan doktor, hasta kadını sefaletten dökülen evinde ölüme terk etmek yerine hastaneye kaldırıp birkaç gün de olsa yaşamasını sağlamalı, kendi evine gittiğinde kanepede televizyon izleyen karısı ve oğlunun ortasına oturmalı iki kolunu omuzlarına atıp derin bir oh çekmeliydi. Aralarda, birkaç özlü söz, biraz nostalji de sıkıştırırsan tamam. Bu çokça anlatılmış bir hikâye diye düşündüm. Doktorun oğlu ile tamirci çocuğun karakterleri arasında bireysel, toplumsal karşılaştırmalar kurmak gerekir mi diye düşündüğüm anda aslında birebir paralellikler olmamalı dedim. Tüm  öykülerde aynı tasarruflar var.

Alışılmadık bir öykü yaratma çabasıyla insanların acıları kurgu tasarruflarına alet edilebilir mi, diye sorulabilir. Bir stand up gösterisinde şöyle bir şaka vardı: Adam, Schindler’in Listesi’nde patlamış mısır yediği için diğer izleyiciler tarafından ayıplanıyor, “Ölen onca insana hiç mi saygın yok,” diyorlar, o da “Ya Mad Max’te ölenler, onlar insan değil mi,” diye cevap veriyor. Mesele insanların ölmesi değil, ölümün temsil ettiği şey, yapımların niyeti, dramatik etkisi, tarihselliği gibi birçok unsur öyleyse. İzleyicilerce dile getirilen, “masumların ölümüne saygı göstermelisin” iken kastedilen “ölen masumlar için bir anıt niteliğindeki bu yapıma saygı göstermelisin,” gibidir. Çünkü bu tür filmler izlenmez, bunlara ödev bilinciyle tanıklık edilir. Dolayısıyla bu yapıma saygısızlık etmek ona saygı gösterenlere yani izleyicilere de saygısızlıktır. Kilisede çarmıha gerilmiş İsa tasviri karşısında dua eden insanlar, aynı ortamda lakayıt hareket eden birini ayıplarken kutsiyetten çok kendi itaati, fedakârlığı için saygı beklemektedir. Biz edebiyat okurları da kendimizi kırtıpil okurdan ayırmak isteriz. İnsanlık anıtı önünde, heyecanlı serüven romanları yerine, tuğla gibi romanları bazen isteyerek bazen ulvi bir ödevi yerine getirmek bilinciyle okur, mağdurun hikâyesine tanıklık ederiz.

Katlanılması güç olanın, zor durumdakilere sırt çeviren karakterlerden başka bir şey olduğunu düşünüyorum. Eminim bu öyküler, kurguları hiç değiştirilmeden mağdur karakterlerin ağzından ya da bakış açılarından anlatılsa bu konuyu konuşmayacaktık. Mağdur, gadre uğramıştır, kimse ona yardım etmez, görmez bile. Mağdurun yalnızca sözü vardır. Sözü de elinden alınınca infial olur.

 

“Anlatılmadık hikâye yok diyorlar ya, yalan. Bir daha anladım. Yaşayanlar yaşamış, bize kâtipliği kalmış.” Kaydetmek, iyi bir izleyici olmak yeterli gelmez mi hikâye anlatmak ya da öykü yazmak için. Yaşayanlar, yaşadıklarını sananlar da kendilerini biraz abartıp her şeyi “ben” üzerinden öykü meselesi yapmıyorlar mı? Günümüz öykücüleri birinci tekili fazla tüketmiyorlar mı?

Haklısın. Deneyimlerini aktarmak, yaşamadığı bir şeyi anlatırken asla inandırıcı olamayacağını düşünenler için kolay bir yol. Günümüz yazarı birinci tekili de kullansa, üçüncü tekili de kullansa “kıymetli” görüşlerini, değerlendirmelerini, özdeyişlerini okurdan mahrum etmiyor, ancak birinci tekil göze batıyor haliyle. Kehanetteki, herkesin on beş dakikalığına ünlü olduğu günlerdeyiz. Özellikle gençler hiç bu kadar söz hakkına sahip olmamıştı, birinci tekilin yaygınlaşmasında bunun da etkisi var muhakkak.

Alıntıladığın öyküde yazar adayının otorite figürü ile çatışmasının parodisini yapmaya çalıştım. Bu genç yazar adayının söyledikleri benim görüşümü tamamıyla yansıtıyor diyemem. Hiç gerçekçi bir tip değil mesela, işi gücü yazmak. Umumi tuvalette bile hikaye kovalayan, editörünün ufak bir eleştirisiyle dünyası yıkılan bir tip. Böyle bir tipin bir şey yaşaması imkansız, çünkü etrafında olan biten her şeyi hikâye malzemesi olarak algılıyor. Aslında ne yaşadığının farkında değil. Bizim neslin hâli böyle, başımızdan çok şey geçiyor ama hiçbir şey yaşamıyoruz - bu sözü bir yerden aparmış olabilirim, affola – yaşadıklarımız salt bir şey ifade etmiyor artık, devamlı bir başka biçime dönüştürme çabasındayız, güzel anlarımızı fotoğraflara dönüştürüyoruz, fotoğraflanmamış anları tamamen elden kaçırdığımızı hissediyoruz.

bottom of page