Sibel Yılmaz / Oggito, Aralık 2019
İddiası İddiasızlığından Gelen Öyküler: Güneşi Kötü Evler
Ömer Arslan bir vesileyle unutulmayan nesne ya da eşyayla tekrar karşılaşma anlarında bellekte çakan kıvılcımların peşinden gider. Bu kıvılcımlar, öykünün başından sonuna kadar kimi zaman güçlü, kimi zaman da zayıf yansımalarla belirir.
Güneşi Kötü Evler Ömer Arslan’ın Avuntular 'dan (2017) sonra yayımlanan ikinci öykü kitabı. On üç öykünün yer aldığı kitapta yazar, insan ilişkilerinin derinlerinde yatan kırılma anlarıyla gerilimli hâllerini anlatıyor bize çoğunlukla. Klasik öyküdeki olay aktarımından fazla uzaklaşmasa da kısa anların bellekte bıraktığı izlerin peşinden gidiyor. Bu nedenle, öyküler genellikle kişilerin zihninde veya hayal dünyasında yer etmiş nesne, eşya ve mekânların çağrıştırdıkları üzerine kurgulanmış. Örneğin, kaşık nesnesi üzerinden ilerleyen “Kaşık Çalımı” öyküsünde olay halkalarını oluşturan bütün öğeler kaşıkla ilgili. Çocuk anlatıcının gözünden aktarılan olay örgüsünde günlerini tahtadan kaşıklar yontarak geçiren bir dedenin öyküsünü okuyoruz. Dede, kaşık yapmayı sadece zaman geçirmeye yarayan bir meşgale olarak görmüyor, yaptığı işe kutsallık atfediyor. Baktığı her kaşıkta ayrı bir hikâye görüyor sanki. Onun karşısında yer alan ve dedesine özenerek kaşık yapmaya çalışan torun ise işin sonucuna odaklanmış, mükemmel görünen kaşıklar yapmak istiyor. Dedesi gibi el yordamıyla işe soyunmayan torun, zamanla dedesinden daha iyi kaşık üretmeyi beceriyor. Yaptığı kaşıklar usta işi olarak görülüyor. Ancak torun, dede gibi el emeğini yüceltmiyor. O, seri üretime geçmiş gibi. Zaten zaman da değişmiş, el emeğinin yerini fabrikasyon üretim almıştır. Bu öyküde kuşak çatışması ve değerlerin değişmesi, tahta kaşığın sofradaki yerini demir kaşığın alması üzerinden anlatılıyor.
“Et Bebek” öyküsü, bebek bekleyen bir çiftin evlerine arkadaşları tarafından hediye olarak gönderilen bir oyuncak bebeğin yarattığı imgenin erkek karakterin dünyasındaki karşılığıyla ilgilidir. Salih, bu hediyeden rahatsız olur, çünkü çocukken evde makasla parçaladığı bebekleri gelir aklına. Çocukluk yıllarından getirilen korkuların tekrar açığa çıktığı bu öyküde gece kabuslar gören Salih, sürekli olarak oyuncak bebeği düşünmeye başlar. Masumiyet kavramına odaklanan öyküde karakterin masumiyetten acımasızlığa geçişi, geçmişte hatırlanan anla şimdide yaşanan anın iç içe geçmesiyle verilmiş olur.
Bu iki örnekten de anlaşılabileceği gibi Ömer Arslan bir vesileyle unutulmayan nesne ya da eşyayla tekrar karşılaşma anlarında bellekte çakan kıvılcımların peşinden gider. Bu kıvılcımlar, öykünün başından sonuna kadar kimi zaman güçlü, kimi zaman da zayıf yansımalarla belirir. “Helva” öyküsünde de benzer bir yapıyla karşılaşmak mümkün. Çocukken gidilen bir cenaze eviyle ilgili izlenimlerin paylaşıldığı öykünün girişinde anlatıcı, bir pazar sabahı, apartmanın arka bahçesinde eski bir şifonyeri parçalayan bir çingene gördüğünden bahseder. Çingene, elindeki baltayla şifonyeri parçalarına ayırır ama aynasına dokunmaz. Bu imge, çocuk anlatıcıyı etkileyedursun, bu girişten hemen sonraki paragrafta asıl olaya, yani cenaze gününün anlatılmasına geçilmiştir. Öykünün sonunda tekrar bu imgeye dönülür. Öyküde anlatılan, bu aynaya yansıyandır belki de. Ayna imgesine yer vermesi açısından Sait Faik’in “Plajdaki Ayna” öyküsünü hatırlatan “Helva”, eşyanın ardındaki “öz”e ulaşma çabasındaki belleğin hatırladıklarıdır aslında. Örnek verdiğim bu üç öykü dışında kuyu, düğme ve karnabahar gibi sözcükler üzerinden ilerleyen öyküler de var kitapta. Ancak bu imgeler, “asıl öykü”nün önüne geçmiyor. Arslan’ın öykülerinde hiçbir unsur, hikâyeden önemli değil.
Kitaptaki öykülerin ortak özelliklerine baktığımızda şunları söyleyebiliriz: Arslan’ın öykü kişileri genellikle orta sınıfa mensuplar. Bazı öykü kişileri aynı isimlere (Cemre, Nurgül, Gizem, Salih) sahip ve farklı öykülerde karşımıza çıkabiliyor. Cemre ismi Avuntular’daki öykülerde de vardı. Yazarın isim tercihleriyle ilgili net bir çıkarım yapmak mümkün değil ama. İsimleri aynı olsa da karakterlerin bire bir aynı kişi olduklarını söylemek zor. Mekân isimlerini de pek kullanmamış yazar. Şehir veya kasaba isimleri geçmiyor öykülerde.
Minimalist bir edebiyat anlayışına sahip olan Arslan, genellikle gündelik hayatta karşılaşılabilecek sıradan olaylar üzerine kurmuş öykülerini. Bu sebeple de şaşırtıcı bir sona ulaşmıyor öyküler. Bu noktada Arslan’ın en sevdiği yazar olduğunu söylediği Raymond Carver’ın öykü anlayışından etkilendiğini söylemek mümkün olabilir. Carver’ın da öykülerinde “erdemli kahramanlar, hayallerinin peşinde koşan bireyler ya da topluluklar, doğaüstü durumlar yok”.[1] Kirli gerçekçiliğin ustası Carver gibi büyük dertleri olmayan insanları anlatıyor Arslan da. Öykü kişileri olduğu gibiler, büyük laflar etmiyorlar. Karakterlerin geçmişine dair fazla bilgi edinemiyoruz zaten. Hikâyesi anlatılan karakter, görünmez oluyor birden. Okurun katharsis yaşamasına izin vermiyor yazar. Bu yüzden kişilerle okur arasında belli bir mesafe var. Hatta bu kimi zaman tedirgin edici bir hâl de alabiliyor.
Arslan Avuntular’da daha kısa öyküler yazmıştı. Güneşi Kötü Evler’de daha uzun öyküler de var. En hacimli öykü “Malta Yok”. Oldukça sade ve yalın bir üslubu var Arslan’ın. Gereksiz sözcükler kullanmaktan kaçınıyor. Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi “altı çizilecek cümleler”den uzak duruyor. Telaşa kapılmadan, usul usul anlatıyor. Kişilerin konuşmaları olması gereken doğallıkta. Diyaloglarda konuşma diline özgü cümle yapıları kullanılmış. Günümüz öykücülüğünün yaygın sorunlarından biri olan anlatıcı sorunuyla karşılaşmıyoruz. Yazarın değil, farklı farklı öykü kişilerinin seslerini duyuyoruz. Dille ilgili rahatsızlık veren tek (ve tabii oldukça önemli) unsur, yazım yanlışlarının fazla olmasıydı. Son zamanlarda arka arkaya pek çok öykü kitabı basan Everest Yayınları, son okumalar konusunda daha titiz davranmalı kesinlikle.
Turgut Uyar – ufak bir değişiklikle de olsa – Arslan’ın kitabına isim olarak seçtiği “Güneşi Kötü O Evler” şiirinde “Eski zaman adamlarını eski zaman kadınlarını/ eski zamanları düşünürüm,” diyordu. Ömer Arslan’ın öykülerini okuyunca işte o “eski zaman”larda kalan bazı duyguları ve duyarlıkları hatırlıyoruz sanki. Bu gösteri çağında, her şey çok yeni, büyük, fazla ve iddialıyken her şeye rağmen “gerçek hikâye”nin peşinden gidebilmenin mümkün olduğunu bir de.
[1] Sine Ergün, “Kirli Gerçekçilik ve Raymond Carver”, Notos, Sayı: 06, s.9-10.