Gizem İspir / Artfulliving, 9 Şubat 2018
Her Gün Bir Şeye Avunan Öyküler
Elinize alacağınız bu kitap ayaküstü yaşayan, keyfini çıkaramadan şöyle bir ucundan tat alan, çoğunlukla olumlayacak yönünü bulamadığımız modern hayatın günlük telaşlarında yorgunluğun dibine vurmuş, yanımızdan -yazarın deyimiyle- sessizce geçip giden insanları anlatıyor, her gün bir şeylerle avunan insanları.
Bir çay poşetinden daha iyi anlatamazdı sanırım “avuntu” kelimesini bana hiçbir görsel. Ritüellerimizi elimizden alıyor zaman giderek. Artık vazgeçtiğimiz, yorulduğumuz, üşendiğimiz ne çok şey var yaşamlarımızda. Temizlik hastası bir Çin imparatorunun içme suyu kaynatılarak dezenfekte edilirken, tesadüfen içine düşen birkaç yaprak… Tadına, kokusuna bayılıyor. Sonrasında tüm ülkeye yayılan bir keyif oluyor bu. Başka bir rivayet ise Hindistan’dan, Buda’nın çiğneyerek yorgunluğunu giderdiğine dair… Yüzyıllar içinde Japonya, Rusya, tüm Avrupa ve kıta Amerika’sına yayılıyor. Suyu kaynatıp ardından kültürlere ve yaprağın cinsine göre değişen sürelerde bekletip demleme yöntemleri. Saraylarda, soyluların öğleden sonra partileri, sonraları ise halkın ucuz eşlikçisi… Çeşitleniyor, kültürleniyor çay.
Bugünün koca kentlerine bakarsak, sabah ofislerimizde hızla suyu kaynama noktasına ulaştıran makinelerden fincanlarımıza koca tarihini küçük poşetlere sığdırdığımız bir alternatif o kadar. O mu avunuyor bizimle, biz mi avunuyoruz elimizde kalanla?
Birbiri sıralı, bağları olan, yirmi iki öykü var. Ömer Arslan kitabın bir yerinde “En güzel öyküler en kalabalık ve pis yerlerden çıkıyor” demiş. Ancak kitaptaki bu insanlar genellikle yalnız, bir başına olmasalar da yalnız ve bir o kadar da temiz insanlar. Yine de hayatlarının bir yerlerini kesip anlatınca güzel öyküler çıkmış. Hayat mı onları kontrol ediyor, onlar mı kaderlerini? diyeceğimiz insanlar, belki de artık güçleri kalmamış biraz teslim olmuş insanlar…
Bir örnek, “Yalnız Yemek Vakti”. Hepimizin yaşayabileceği bir ilişkinin fotoğrafı belki… Çok farklı bir kadın ve bir adam. Biri hayalperest, biri gerçeklik budalası, artık o ilk zamanları geride bırakmış ve belki biraz bunalmış. Birbirlerini anlamaya çalışmak konusuna da hiç kafa yormamış. Bu sevgisizlik mi, belki değil, ama belki de yanlış şekilde seviyorlar birbirlerini. Birbirlerine benzemeyen yönlerine yükseklerden bakmaya başlayacak kadar bunalmışlar işte… Keşke biraz iletişim kurmayı öğrenebilselerdi baştan diyeceğimiz bir çift. Kitap zevklerini eleştirirken bile aşağılamanın ve aşağılanmanın küstah rollerine bürünüyorlar hemen. Sonra bir zaman, hangisi olduğu fark etmez ama, bu hikâyede kadın, daha şefkatle sevmek istiyor, daha can yakmadan, acıtmadan… Ama, yine taraflardan hangisi olduğu fark etmez, bu hikâyedeki adam, silahlarını bırakmıyor. Biraz korkudan, biraz alışkanlıktan ve belki biraz sevmeyi hiç öğrenmemiş olduğundan… Her zaman yaptığı gibi kaçmayı seçiyor, yalnızlığına.